İdea Yayınevi / Adlar
site haritası  
 
 
Condillac
Frederick Copleston

TARİH FELSEFESİ  
Étienne Bonnet de Condillac (1715-80) ilkin rahipliği amaçladı ve Saint-Sulpice din okuluna girdi. Ama 1740’da din okulundan ayrılarak felsefeye yöneldi ve 1758’den 1767’ye dek Parma Dükünün oğlunun öğretmenliğini yaptı.

Condillac’ın ilk yayımı İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme (Essai sur l’origine des connaissances humaines, 1746) başlığı altında açıkça Locke’un görgücülüğünün damgasını taşıyan bir çalışmaydı. Bu gene de Condillac’ın yalnızca İngiliz filozofun öğretisini yeniden-ürettiği anlamına gelmez. Ama Locke’un karmaşık düşünceleri yalın olanlara indirgememiz ve yalın düşüncelere görgül ya da deneyimsel bir köken yüklememiz gerektiği yolundaki genel ilkeleri ile anlaşıyordu.

Ansal yaşamımızın gelişimi üzerine tartışmasında Condillac dilin rolü üzerine güçlü bir vurgu getirdi. Düşünceler bir bakıma ancak bir im ya da sözcük ile bağlandıkları zaman belirlenmiş olurlar. Örneğin, çimenlere baktığım zaman yeşilin bir duyumunu alırım; yeşile ilişkin yalın bir düşünce duyular yoluyla bana iletilir. Ama hiç kuşkusuz bu sınırsızca yinelenebilecek yalıtılmış deneyim ancak bir im ya da simge ile, yeşil sözcüğü ile bağlandığı zaman bir düşünce nesnesi olabilir ve başka düşüncelerle bir bileşime girebilir. Temel bilgi gereci böylece bir düşüncenin bir im ile birleşmesidir; ve bu birleşme dolayısıyladır ki dünyaya ilişkin artan deneyimimiz ile ve gereksinim ve amaçlarımız ile uyum içinde karmaşık bir anlıksal yaşam geliştirebiliriz. Gerçekten, dil, daha doğrusu sıradan dil, onda im ile imlenen arasında matematiksel dilde bulduğumuz eksiksiz çakışmayı bulamıyor olmamız anlamında kusurludur. Ama gene de anlıklı ve düşünmeye yetenekli varlıklarızdır, çünkü dil yetisine iyeyizdir.

Condillac Dizgeler Üzerine İnceleme’sinde (Traité des Systëmes, 1749) Descartes, Malebranche, Spinoza ve Leibniz gibi düşünürlerin felsefelerinde sergilendiği biçimiyle ‘dizgelerin tini’ni olumsuz bir eleştiri altına alır. Büyük ussalcı felsefeciler ilk ilkelerden ve tanımlardan yola çıkarak dizgeler kurmaya çalıştılar. Bu özellikle Spinoza açısından doğrudur. Ama geometrik denilen yöntem dünyanın gerçek bir bilgisini geliştirmede yararsızdır. Bir felsefeci tanımlarıyla özlerin bir kavrayışına ulaştığını imgeleyebilir; ama gerçekte bu tanımlar keyfidir. Daha açık bir deyişle, yalnızca belli sözcüklerin gerçek ve sağın olarak imledikleri anlamları belirtmek üzere amaçlanmış değillerse keyfidirler. Ve eğer bir bakıma salt sözlük tanımları iseler, felsefi dizgelerde yerine getirmeleri gereken işi yapamazlar.

Bu hiç kuşkusuz demek değildir ki Condillac bilgiyi dizgeselleştirmeye yönelik tüm çabaları kınamaktadır. Dizgelerin tinini, a priori bir yolda yalnızca ustan bir felsefe geliştirme girişimini olumsuz bir eleştiri altına almak bireşimi kınamak değildir. Sözcüğün kabul edilebilir anlamında bir dizge bir bilimin bölümlerini aralarındaki ilişkileri açıkça sergileyebilecek oldukları bir yolda düzenli olarak yerleştirmeyi anlatır. Hiç kuşkusuz ilkeler olacaktır. Ama ilkeler burada bilinen fenomenler anlamına geleceklerdir. Böylece Newton bilinen çekim fenomenlerini bir ilke olarak kullanarak ve daha sonra gezegenlerin devimleri ve dalgalar gibi fenomenleri bu ilkenin ışığında açıklayarak bir dizge kurdu.

Condillac’ın ölümünden sonra 1780’de çıkan Mantık başlıklı çalışmasında da buna benzer düşünceler buluruz. Onyedinci yüzyılın büyük metafizikçileri geometriden ödünç alınan ve tanımlardan çıkarsama yoluyla ilerleyen bireşimli bir yöntemi izliyorlardı. Ve bu yöntem, gördüğümüz gibi, bize Doğanın gerçek bilgisini veremez. Bununla birlikte, çözümlemeci yöntem ise her zaman verili olanın alanında kalır. Karışık bir veriden yola çıkar ve onu değişik parçalarına çözümleriz: bütünü dizgesel bir yolda yeniden oluşturabiliriz. Bu doğal yöntemdir, bilgimizi geliştirmeyi istediğimiz zaman anlığın doğal olarak izlediği yoldur. Örneğin bir görünüşü, diyelim ki bir kır görünüşünü bilmeye nasıl ulaşırız? İlkin bunun karışık bir izlenimini ediniriz, ve daha sonra aşamalı olarak bunun değişik bileşen özelliklerinin seçik bir bilgisine vararak bu özelliklerin bir arada bütünü nasıl oluşturduklarını görmeye başlarız. Bir yöntem kuramı geliştirirken bizden istenen şey ideal bir yönteme ilişkin bir a priori kavram oluşturmamız değildir; bilgisini geliştirirken anlığın edimsel olarak nasıl işlediğini incelememiz gerekir. O zaman görülecektir ki ideal ve değişmez tek bir yöntem yoktur. İçinde şeyleri incelememiz gereken düzen gereksinim ve amacımıza bağlıdır. Ve eğer Doğayı incelemeyi, şeylerin gerçek bilgilerini kazanmayı istiyorsak, verili olanın alanı içerisinde, bize en sonunda duyu-deneyiminde verilen fenomenal düzen içerisinde kalmamız gerekecektir.

Condillac özellikle Duyumlar Üzerine İnceleme’si (Traité des sensations, 1754) ile tanınır. Locke duyumlara bağlı düşünceler ile düşünme etkinliğinden kaynaklanan düşünceler arasında ayrım yapıyor, duyum ve düşünme ya da içe-bakış olarak iki düşünce kaynağı kabul ediyordu. Ve insan bilgisinin kökeni üzerine erken çalışmasında Condillac az çok Locke’un konumunu benimsedi. Ama Duyumlar Üzerine İnceleme’de Locke’un düşüncelerin ikili kökenleri kuramından açıkça koptu. Yalnızca tek bir köken ya da kaynak vardır—duyum.

Condillac’ın görüşünde Locke’un düşünme etkinliğinden kaynaklanan düşünceleri, başka bir deyişle ruhsal fenomenleri irdelemesi yetersizdi. Örneğin töz düşüncesi gibi karmaşık düşünceleri yalın düşüncelere çözümlüyordu; ama karşılaştırma, yargılama, isteme vb. gibi ansal işlemleri yalnızca verili olarak ve sorgulamaksızın alıyordu. Öyleyse Locke’un ötesine ilerleme için gerekçe ortadaydı. Bu ansal işlem ve işlevlerin en sonunda nasıl duyumlara indirgenebilir oldukları gösterilmelidir. Hiç kuşkusuz bunların tümü de duyumlar olarak adlandırılamazlar; ama ‘dönüşmüş duyumlar’dırlar. Daha açık bir deyişle, ruhsal yaşamın bütün bir yapısı duyumdan üretilir. Durumun bu olduğunu göstermek Condillac’ınDuyumlar Üzerine İnceleme’de önüne koyduğu görevdir.

Görüşünü açıkça sergileyebilmek için Condillac okuyucularından koku duyusu ile başlayıp aşamalı olarak duyularla donatılan bir yontu imgelemelerini ister. Ve insanın bütün bir ansal yaşamının ona duyuların kaynaklık ettiği önsavı üzerinde nasıl açıklanabileceğini göstermeye çalışır. Yontu andırımı hiç kuşkusuz oldukça yapaydır. Ama Condillac’ın okuyucularından yapmalarını istediği şey kendilerini tüm bilgiden yoksun olarak imgelemeleri ve onunla birlikte ansal işlemlerini öğesel duyumlar temelinde yeniden kurmalarıdır. Düşüncelerimizin kökeni sorununa bu yaklaşımının temelinde Londralı cerrah Cheselden’in ellerinde başarılı katarakt ameliyatlarından geçen doğuştan körlerin deneyimlerinden ve Diderot’nun sağır ve dilsizler üzerindeki ruhbilimsel gözlemlerinden sağlanan veriler yatar. Duyumlar Üzerine İnceleme’de57 Condillac Cheselden’in ameliyatlarının birinden sağlanan veriler üzerinde uzunlamasına durur.

Bu incelemenin başlıca özelliklerinden biri Condillac’ın ayrı olarak alındığında her bir duyunun tüm yetileri nasıl yaratabildiğini göstermeye çalışırken izlediği yoldur. Örneğin bilgisinin erimi koku duyusuyla sınırlı bir insanı alalım (yontu tarafından temsil edilmek üzere). ‘‘Eğer yontuya koklaması için bir gül verirsek, bu bizim için gül koklayan bir yontu, ama kendi için gülün kokusudur.’’58 Başka bir deyişle, bu insan özdek, dışsal şeyler ya da kendi bedeni gibi nesnelerin hiçbir düşüncesini taşımayacaktır. Kendisi kendi öz bilinci için bir koku duyumundan başka hiçbirşey olmayacaktır. Şimdi, varsayalım ki bu insan yalnızca tek bir duyumu, bir gülün kokusunu taşımaktadır. Bu ‘dikkat’tir. Ve gül uzaklaştırıldığında, geriye dikkatin az ya da çok diri ya da yeğin olmasına göre güçlü ya da zayıf bir izlenim kalacaktır. Burada önümüzde belleğin şafağı bulunmaktadır. Geçmiş duyuma dikkat bir duygu kipinden başka birşey olmayan bellektir. Ve şimdi varsayalım ki söz konusu insan güllerin ve karanfillerin kokularını bir çok kez kokladıktan sonra bir gülü kokluyor olsun. Edilgin dikkati güllerin ve karanfillerin anıları arasında bölünür. O zaman bir karşılaştırma durumu söz konusudur ki, iki düşünceye aynı zamanda dikkat etmekten oluşur. ‘‘Ve karşılaştırma olduğu zaman yargı vardır. ... Bir yargı yalnızca karşılaştırılan iki düşünce arasındaki bir ilişkinin algısıdır.’’59 Yine, eğer bu insan hoşuna gitmeyen bir koku duyumunu alıyor ve geçmişteki hoş bir duyumu anımsıyorsa, önümüzde imgelem durumu bulunmaktadır. Çünkü bellek ve imgelem türde ayrı değildirler. Yine, aynı insan tikel ve soyut düşünceler de oluşturabilir. Kimi kokular hoşturlar, başkaları ise nahoş. Eğer insan doyum ve doyumsuzluk düşüncelerini bunların çeşitli tikel değişkilerinden ayırma alışkanlığını geliştirecek olursa, soyut düşüncelere iye olacaktır. Benzer olarak, birçok değişik ardışık duyumu anımsayacak olursa, sayı düşüncelerini geliştirebilecektir.

Öte yandan, her bir koku duyumu ya hoş ya da nahoştur. Ve eğer şimdi nahoş bir duyumu yaşayan insan geçmişteki hoş bir duyumu anımsayacak olursa, o mutlu durumu yeniden-kazanma gereksinimini duyacaktır. Bu ise isteği doğurur. Çünkü ‘‘istek bu yetilerin gereksinimini duyduğumuz şeylere yönelik eylemlerinden başka birşey değildir.’’60 Ve tüm başkalarını uzaklaştıran ya da en azından başat olan istek bir tutkudur. Böylece sevgi ve nefret tutkularına varmış oluruz. ‘‘Yontu onda olan ya da olmasını dilediği hoş bir duyguyu sever. Ona acı veren nahoş bir duygudan ise nefret eder.’’61 Dahası, eğer yontu şimdi yaşamakta olduğu isteğin başka zamanlarda doyum tarafından izlenmiş olduğunu anımsayacak olursa, isteğini yerine getirebileceğini düşünecektir. Ve şimdi önümüzde olan şey istenç durumudur. ‘‘Çünkü istenç ile saltık bir isteği anlarız; eş deyişle, istediğimiz şeyin gücümüz içinde olduğunu düşünürüz.’’62

Condillac böylece tüm ansal işlemlerin koklama duyusundan türetilebileceklerini göstermeye çalışır. Açıktır ki, eğer ansal yeti ve işlemlerimizi yalnızca dönüşmüş koku duyumu olarak düşünecek olursak, erimleri aşırı ölçüde sınırlanacaktır. Ve koku duyumuna sınırlı olan bir insandaki ‘kendi’nin bilinci için de aynı şeyi söyleyebiliriz. ‘‘(Yontunun) ‘Ben’i yalnızca görgülediği ve belleğin ona anımsattığı duyumların bir toplamıdır.’’63 Gene de, ‘‘salt tek bir duyum ile anlak biraraya gelmiş beşi ile olduğu denli çok yeti taşır.’’64 (‘Anlak’ yalnızca birarada alınan bilişsel yetilerin tümü için addır.)

Daha sonra işitme, tatma ve görme duyuları irdelenir. Ama Condillac koku, işitme, tat ve görme duyularının bileşiminin bir insanın dikkatinin, isteklerinin ve hazlarının nesnelerini çoğaltmasına karşın bir dışsallık yargısı üretmediğini ileri sürdü. Yontu ‘‘henüz salt kendini görecektir. ... Değişkilerini dış nedenlere borçlu olduğu gibi bir kuşkusu yoktur. ... Giderek bir bedeni olduğunu bile bilmez.’’65 Başka bir deyişle, en sonunda dokunma duyusudur ki dışsallık yargısından sorumludur. Bu sorunu açıklamasında Condillac’ın düşünceleri biraz değişir. Duyumlar Üzerine İnceleme’nin ilk yayımında dışsallığın bilgisini devimden bağımsızlaştırırken, buna karşı ikinci yayımda dışsallık kavramının devimden bağımsız olarak doğmadığını kabul etti. Bununla birlikte, her ne olursa olsun bu kavramdan birincil olarak sorumlu olan şey dokunma duyusudur. Bir çocuk elini bedeninin bölümleri boyunca devindirecek olursa, ‘‘kendini bedenin tüm bölümlerinde duyumsayacaktır.’’66 ‘‘Ama eğer yabancı bir cisme dokunacak olursa, elde kendini değişkiye uğramış olarak duyumsayan Ben kendini yabancı cisimde değişkiye uğramış olarak duyumsamayacaktır. Ben yabancı bir cisimden elden almakta olduğu karşılığı alamaz. Yontu böylece bu kipleri bütünüyle kendi dışında olarak yargılar.’’67 Ve dokunma başka duyulara katıldığı zaman, insan aşamalı olarak kendi çeşitli duyu-örgenlerini bulup çıkarır ve koku, işitme vb. duyumlarının dışsal nesneler tarafından yaratıldığı yargısına varır. Örneğin, güle dokunarak ve onu yüze doğru yaklaştırarak ya da ondan uzaklaştırarak, bir insan koku örgeni konusunda ve kendi koku duyumunun dışsal nedeni konusunda yargılar oluşturmaya başlar. Benzer olarak, ancak dokunma duyusu ile bileşim yoluyladır ki göz uzaklığı, büyüklüğü ve devimi nasıl göreceğini öğrenir. Büyüklük, şekil, uzaklık ve konum gibi şeyleri görme yoluyla yargılamaya öylesine alışmışızdır ki doğallıkla bu yargıların yalnızca görme duyumuna bağlı olduklarını düşünme eğilimindeyizdir. Ama durum böyle değildir.

Belki de geçerken İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme’si ile Duyumlar Üzerine İnceleme’sinin yayınlanışları arasında Condillac payına bir görüş değişikliğine dikkati çekmek yerinde olacaktır. İlk çalışmada anlık için düşünce ve im ya da simge arasındaki halkanın zorunlu olduğunu ileri sürüyor görünür. Ama ikincisinde bu görüş bir değişime uğramıştır. Örneğin koku duyusu ile sınırlı olan insanı ele alırken bu insanın belli bir sayı düşüncesi taşımasının olanaklı olduğunu kabul eder. Bir ve bir ve bir düşüncelerini taşıyabilir. Ama, Condillac’a göre, ‘‘bellek aynı zamanda dört birimi seçik olarak kavrayamaz. Üçün ötesinde ancak belirsiz bir çokluk tasarlayabilir. ... Hesaplama sanatıdır ki bize bakış açımızı genişletmeyi öğretmiştir.’’68 Böylece İnceleme’de Condillac anlığın ve düşüncelerin kullanımının dili öncelediğini ileri sürer, üstelik dil ansal yaşamımızın ilkel bir evrenin ötesine gelişimi için zorunlu olsa bile.

İnceleme’nin vargısı ‘‘doğal düzende tüm bilgi duyumlardan doğar’’69 biçimindedir. İnsanın tüm ansal işlemleri, giderek genel olarak onun yüksek ansal etkinlikleri sayılanlar bile, ‘dönüşmüş duyumlar’ olarak açıklanabilirler. Böylece Condillac Locke’un konumu üzerinde kesin bir ilerleme yapmış olduğuna inanıyordu. Locke ruhun yetilerinin doğuştan nitelikler olduğunu düşünüyordu; kökenlerini duyumun kendisinde taşıyabilecek oldukları gibi bir olguyu hiçbir zaman göz önüne getirmemişti. Belki de Condillac’ın bildiriminin bütünüyle doğru olmadığı ileri sürülebilir. Çünkü Locke Tanrı için özdeğe düşünme yetisi vermenin olanaksız olduğunun gösterilmemiş olduğunu ileri sürmemiş miydi? Ama gerçekte Locke çevrelerinde yetilerimizin kullanılmakta oldukları düşünceleri çözümlemek ve bunların görgül zeminlerine varmakla ilgileniyordu; yetiler ya da ruhsal işlevlerin kendileri için aynı şeyi yapmıyordu.

Öte yandan, İnsan Anlağı Üzerine Deneme’sinde70 Locke istenç ‘‘yokluğu duyulan bir iyinin isteğinin yarattığı ansal bir tasalanma’’ tarafından belirlenir diyordu. Bu tasalanma ya da rahatsızlıktır ki ‘‘istenci yaşamlarımızın en büyük bölümünü oluşturan ardışık istemli eylemlere belirler, ve bizi değişik süreçler yoluyla değişik ereklere yöneltir.’’71 Condillac bu düşüncenin erimini geliştirdi ve genişletti. Böylece Duyumlar Üzerine İnceleme’nin sonraki yayımlarına eklediği Extrait raisonné’de ‘‘tasalanma (inquiétude) bize dokunma, görme, işitme, duyumsama, tatma, karşılaştırma, yargılama, düşünme, isteme, sevme, korkma, umudetme, dileme alışkanlıklarını veren ilk ilkedir, ve, tek bir sözcükte, tasalanma yoluyladır ki anlık ve bedenin tüm alışkanlıkları doğar’’ der. Tüm ruhsal fenomenler, öyleyse, tasalanma üzerine dayanırlar, ve bu bir iyinin beklentisi olmaktan çok belli koşullar altındaki bir tasalanma ya da rahatsızlıktır. Böylece belki de denebilir ki Condillac insanın ansal yaşamını geliştiren bütün bir süreci ‘istemselci’ bir temelde kurar. Dikkat duyumsanan gereksinime gönderme ile açıklanmalıdır; ve bellek düşüncelerin salt düzeneksel bir çağrışımı tarafından olmaktan çok istek tarafından yönetilir. Traité des animaux72 başlıklı çalışmasında açıkça belirtir ki onun görüşünde düşüncelerimizin düzeni en sonunda gereksinim ya da çıkar üzerine dayanır. Bu açıkça verimli bir kuramdır. Daha sonra insanın anlıksal yaşamı üzerine—örneğin Schopenauer’de bulunan—istemselci yorumda meyvalarını verecektir.

Condillac’ın dönüşmüş duyumlar olarak ansal işlemler kuramı ilk bakışta özdekçi bir konumu belirtiyor görünür. Ve bu izlenim onun ruhun ‘yetilerinden’ duyumdan türüyorlar olarak söz etme alışkanlığı tarafından güçlendirilir, çünkü bu sözler insan ruhunun kendisinin özdeksel olduğunu imliyor anlamına alınabilirler. Dahası, insanın kazanımlarının toplamından başka birşey olmadığını ileri süren o değil midir? ‘‘(Yontuya) birbiri ardına yeni varlık kipleri ve yeni duyular vermekle onun istekler oluşturduğunu, deneyimden bunları düzenlemeyi ve doyurmayı öğrendiğini, ve gereksinimlerden gereksinimlere, bilgilerden bilgilere, hazlardan hazlara geçtiğini gördük. Yontu öyleyse tüm kazandıklarının toplamından başka birşey değildir. İnsanlar için de böyle olamaz mı?’’73 İnsan kazanımlarının toplamı olabilir; ve bunlar dönüşmüş duyumlardır.

Condillac’ın kuramının özdekçi bir bakış açısını güçlendirmeye katkıda bulunmuş ve özdekçiler üzerinde etkili olmuş olduğunu yadsımak sanırım güçtür. Ama Condillac’ın kendisi bir özdekçi değildi. Her şeyden önce yalnızca cisimlerin ve bunların değişkilerinin olduğunu savunan biri anlamında bir özdekçi değildi. Çünkü yalnızca en-yüksek neden olarak Tanrının varoluşunu doğrulamakla kalmadı, ama özdeksel-olmayan, tinsel bir ruh kuramını da ileri sürdü. Ruhu bir duyumlar öbeğine indirgeme niyetinde değildi. Tersine, ruhu yalın bir birlik özeği olarak kabul etti ve sonra etkinliğini tüm ruhsal fenomenlerin en sonunda duyumlardan türetilebilir oldukları önsavı temelinde yeniden kurmaya girişti. İndirgemeci çözümlemesi ile insanda tinsel bir ruhun bulunduğunu kabul etmesinin birbirleri ile tutarlı oldukları hiç kuşkusuz tartışma götürür bir noktadır. Ama her ne olursa olsun Condillac’ı bir özdekçi olarak betimlemek doğru olmayacaktır.

İkinci olarak Condillac bütününde uzamlı şeylerin olup olmadıkları gibi bir konuyu açık bir soru olarak bıraktı. Gördüğümüz gibi, ilkin bizi dışsallığa inandıranın dokunma duyusu olduğunu söylüyordu. Ama çok geçmeden dışsallık düşüncesinin doğuş yolunun bir açıklamasının uzamlı şeylerin var olduklarının bir tanıtını vermekle aynı şey olmadığını anladı. Eğer sesler, tatlar, kokular ve renkler nesnelerde varlık taşımaz dersek, uzamın da onlarda varolmadığını söylememiz gerekecektir. Belki nesneler uzamlı, sesli, tatlı, kokulu ve renklidirler; belki de değildirler. ‘‘Bu görüşlerden ne birini ne de ötekini ileri sürüyorum, ve nesnelerin bize göründükleri gibi olduklarını ya da başka birşey olduklarını tanıtlayabilecek birini bekliyorum.’’74 Karşı çıkılabilir ki, eğer bir uzam yoksa hiçbir nesne de yoktur. Ama bu doğru değildir. ‘‘Usauygun olarak çıkarsayabileceğimiz tek şey nesnelerin bizde duyumlara vesile olan varoluşlar oldukları, ve hiçbir pekin bilgilerine ulaşamıyacağımız özellikler taşıdıkları olacaktır.’’75 Bu düzeyde, öyleyse, inakçı bir özdekçi olmaktan uzak, Condillac özdekçi-olmayan bir yorum için kapıyı açık bırakır, gerçi bu önsavı doğrulamıyor olsa da.

Eklenebilir ki Condillac insanın ansal yaşamını açıklamasının katıksız bir belirlenimcilik içerdiğini kabul etmiyordu. Duyumlar Üzerine İnceleme’ye özgürlük üzerine bir söylem ekleyerek orada bu noktayı tartışır.

Notlar
57Reflexions et maximes, III, V.
58Treatise on Sensations, I, i, 2.
59A.g.y., I, i, 15.
60A.g.y., I, iii, 1.
61A.g.y., I, iii, 5.
62A.g.y., I, iii, 9.
63A.g.y., I, iv, 3.
64A.g.y., I, vii, 1.
65A.g.y., I, xii, 1-2.
66A.g.y., II, v, 4.
67A.g.y., II, v, 5.
68A.g.y., I, iv, 7.
69A.g.y., IV, ix, 1.
70II, 21, 31 vs.
71A.g.y., 33.
72II, 11.
73A.g.y., IV, ix, 3.
74A.g.y., IV, v, not.
75A.y.


[AYDINLANMA FRANSIZ AYDINLANMASI: BÖLÜM I: FRANSIZ AYDINLANMASI (1)]
Çeviren Aziz Yardımlı • (C) İDEA YAYINEVİ 1989-1996
İdea Yayınevi / 2014